Soğuk, makineleşmiş, ruhsuz bir döngüsü olan hayatta soğuklaşmış, ruhsuzlaşmış ve makineleşmiş insanların olduğu insanların hikâyesi…
Duvarlar, Kıyafetler, insanlar renksiz… Duyguları köhneleşmiş, çayın tadını bile unutmuş insanlar…
Yolu bulmaya çalışan bir adama ya da bebeğini merdivenden indiremeyen bir kadına yardımcı olacak tek kişi, bu işi görevi olduğu için ve karşılığında çalıştığı kurumdan para aldığı için yapan bir adam… Kimsenin yardım edecek kimsesinin olmadığı o köhne dünya…
Belki de bu dünya da duygularını sahici olarak yansıtan tek insan, o adamın çocuğu… Öfkesini göstermekten korkmayan, sahici olmayan dokunuşlara izin vermeyen, köhne dünyanın dayatmalarına direnen o çocuk…
Sonra bir gün bir kadın gelir. Renkli giyimli, güleç yüzlü, halinde o dünyanın ruhsuzlukları olmayan, elindeki sigarası dayatmalara karşı koyuşunun simgesi olan o kadın…
Kadın o dünyanın insanı değildir besbelli… Gitmek istediği yeri çok iyi bilmektedir ama kafasında kendisine öğretilenlerden başka bir şey olmayan o adamlar, onun gitmek istediği yeri bilememektedir. Hayalleri, ancak onlara dayatılan bilgiler çerçevesindedir. Beli ki kadın, çocuğunun tepkisellikleriyle bir terslik olduğunu içten içe sezinleyen o adamı gözüne kestirmiştir. Belki onu kurtarabilir.
Sonra adam bir cesaret döngüsünün dışına çıkar, diğer çıkanlarla birlikte… Ve o cennete/ütopyaya (Macon Heights) yol alır korkusuzca… O trenden atlaması gerektiğine, o trenden atlayanların korkusuzluğuyla ikna olur ve atlar… İşte karşısındadır bütün ihtişamsızlığıyla…
İlk gözüne çarpanlar; renkli giyinen insanlar, mutlu çocuklar, tanımadığı insanlara bile olanca samimiyetiyle gülümseyen, selam vere, hatta sarılan insanlardır.
Sonra bir cafeye girer. Yine aynı sıcaklıkla karşılanır. Çayının yanında elmalı kek ikram edilir. Elmalı kekin adamda uyandırdığı ilk his, sanki o elmalı kekin ilâhi (divine) bir lezzette oluşudur. Ve sanki onu getiren kız bir melektir.
Adam bir bankta oturur ve çocukları izlemeye koyulur. O ruhsuz hayatta gördüğü kadın da yanıbaşındadır. Adam hasta olduğunu düşünmektedir. Çünkü ona dayatılanlarla şu anda hissettiklerini kıyasladığında başka bir şey olabileceği aklına gelmemektedir. Bu öğretilmiş çaresizliktir.
Ne yazık ki dönüş zamanı gelmiştir. Trene binilir ama bu defa trendekilerin ellerine tutunarak… Eve gelinir ama her zamankinden daha huzurludur. Sıcacık bir karşılama ile girer eve… Sanki her şey değişmiştir. Yoksa onların çelişkilerini yüzlerine vuran evlatlarının olmayışının etkisi midir? Uzun zamandır öpüşmedikleri gibi öpüşürler ve sevişirler…
Ertesi gün yine aynı döngüye koyulur. Yine aynı kadına yardım edilir ama ona sadece arabadaki bebek gülümsemektedir. SOnra bir adam daha yardıma gelir ve o da kadını gülümsetir. Garip bir farklılık sezinlenir ama anlamlandırılamaz. Sıradaki treni uğurlarken, oğlunun da o trene binmek üzere olduğunu fark eder ama yetişemez.
Adamın o an tek hissettiği, gördüğü şeyi herkesin görmesi gerektiğidir. Bir gazeteciye gider, durumu izah eder, ama tabi ki kitlelerin neyin bilmesi ve bilmemesi gerektiğinin kararını onlar verememektedir. Ve artık kimse bir ideale itimat etmemektedir.
Şimdi de adamın aklındaki tek düşünce, yenide o yere gitmektir. Adeta zincirlerini kırarcasına gider. Bir sevgiliye kavuşurcasına, heyecanla, sabırsızlıkla… Yine o melek gibi kız, yine o ilahi lezzetteki yiyecekler, yine o sıcaklık… Peki bu yaşadıkları/hissettikleri gerçek midir? Yoksa bu da sahte bir mutluluğun bir paket gibi servis edildiği ve dayatıldığı başka bir döngü müdür? Adam ne düşüneceğini ve ne hissedeceğini bilemez…
Ve döner mutsuz olduğu ama güvenebileceği tek kişinin de orada olduğu evine… Gece yarısı, bir film şeridi gibi takılır aklına anılar… Ne olmuştu da her şey bu kadar sarpasarmıştı? Her şey o kadar tuhaftı ki…
Gerçek olan sahici acılara mı tutunmalıydı, gerçek olmayan sanal mutluluklara mı kaçmalıydı? Şimdi o zor kararı vermenin arefesindeydi. Doğru olan neydi? Kalıp, sana dayatılan mutsuz gerçekliği değiştirmeye çabalamak mı, yoksa sana sunulan sahte mutluluklara teslim olmak mı? Biri çok sancılı ama umutlu bir süreç, diğeri aynı dozun yetmediği ve sürekli daha fazlasının talep edileceği, sonunda mutlaka tatminsizliğin olduğu bir süreç… İlki bir başkası için fedakârca, diğeri kendin için bencilce yaptığın bir şey değil miydi?
O, bütün o acı sonuçlara katlanacağı fedakârlığı seçti. Kendi için değil, öteki için yaşamayı; bencil hazları için değil, bir başkasını mutlu etmenin hazzını yaşamayı…
Şahsen çok donuk ve sıkıntılı izledim bölümü. Kötüydü… Oyuncu seçimleride yanlış olmuş bence bu bölüm için. Süreyi kısa tutup kurguyuda karman çorman etmişler. 1 bölümlük olunca kurtarmamış kurgu.
kafa yakan bi dizi ilk 2 bölüm daha iyi görülmüş 3. bölüm de daha kötü bende de tam tersi izlenim oluştu en iyi bölüm 3.süydü bölümün ağır olması tahminimce herkesi sıkmış olabilir ama dizide amaç düşündürmek ve en çok düşündüren bölüm bence bu bölümdü
groundhog day sendrom.
2 ve 3. bolumlerle birlikte p.k. dick distopyalarının altında fokurdayan varoluşsal meseleler oturmaya başlamış. çok keyifli bir seri olmuş 1 saatlik orta metraj filmler. heyecanla devam eden bölümleri bekliyorum.
Soğuk, makineleşmiş, ruhsuz bir döngüsü olan hayatta soğuklaşmış, ruhsuzlaşmış ve makineleşmiş insanların olduğu insanların hikâyesi…
Duvarlar, Kıyafetler, insanlar renksiz… Duyguları köhneleşmiş, çayın tadını bile unutmuş insanlar…
Yolu bulmaya çalışan bir adama ya da bebeğini merdivenden indiremeyen bir kadına yardımcı olacak tek kişi, bu işi görevi olduğu için ve karşılığında çalıştığı kurumdan para aldığı için yapan bir adam… Kimsenin yardım edecek kimsesinin olmadığı o köhne dünya…
Belki de bu dünya da duygularını sahici olarak yansıtan tek insan, o adamın çocuğu… Öfkesini göstermekten korkmayan, sahici olmayan dokunuşlara izin vermeyen, köhne dünyanın dayatmalarına direnen o çocuk…
Sonra bir gün bir kadın gelir. Renkli giyimli, güleç yüzlü, halinde o dünyanın ruhsuzlukları olmayan, elindeki sigarası dayatmalara karşı koyuşunun simgesi olan o kadın…
Kadın o dünyanın insanı değildir besbelli… Gitmek istediği yeri çok iyi bilmektedir ama kafasında kendisine öğretilenlerden başka bir şey olmayan o adamlar, onun gitmek istediği yeri bilememektedir. Hayalleri, ancak onlara dayatılan bilgiler çerçevesindedir. Beli ki kadın, çocuğunun tepkisellikleriyle bir terslik olduğunu içten içe sezinleyen o adamı gözüne kestirmiştir. Belki onu kurtarabilir.
Sonra adam bir cesaret döngüsünün dışına çıkar, diğer çıkanlarla birlikte… Ve o cennete/ütopyaya (Macon Heights) yol alır korkusuzca… O trenden atlaması gerektiğine, o trenden atlayanların korkusuzluğuyla ikna olur ve atlar… İşte karşısındadır bütün ihtişamsızlığıyla…
İlk gözüne çarpanlar; renkli giyinen insanlar, mutlu çocuklar, tanımadığı insanlara bile olanca samimiyetiyle gülümseyen, selam vere, hatta sarılan insanlardır.
Sonra bir cafeye girer. Yine aynı sıcaklıkla karşılanır. Çayının yanında elmalı kek ikram edilir. Elmalı kekin adamda uyandırdığı ilk his, sanki o elmalı kekin ilâhi (divine) bir lezzette oluşudur. Ve sanki onu getiren kız bir melektir.
Adam bir bankta oturur ve çocukları izlemeye koyulur. O ruhsuz hayatta gördüğü kadın da yanıbaşındadır. Adam hasta olduğunu düşünmektedir. Çünkü ona dayatılanlarla şu anda hissettiklerini kıyasladığında başka bir şey olabileceği aklına gelmemektedir. Bu öğretilmiş çaresizliktir.
Ne yazık ki dönüş zamanı gelmiştir. Trene binilir ama bu defa trendekilerin ellerine tutunarak… Eve gelinir ama her zamankinden daha huzurludur. Sıcacık bir karşılama ile girer eve… Sanki her şey değişmiştir. Yoksa onların çelişkilerini yüzlerine vuran evlatlarının olmayışının etkisi midir? Uzun zamandır öpüşmedikleri gibi öpüşürler ve sevişirler…
Ertesi gün yine aynı döngüye koyulur. Yine aynı kadına yardım edilir ama ona sadece arabadaki bebek gülümsemektedir. SOnra bir adam daha yardıma gelir ve o da kadını gülümsetir. Garip bir farklılık sezinlenir ama anlamlandırılamaz. Sıradaki treni uğurlarken, oğlunun da o trene binmek üzere olduğunu fark eder ama yetişemez.
Adamın o an tek hissettiği, gördüğü şeyi herkesin görmesi gerektiğidir. Bir gazeteciye gider, durumu izah eder, ama tabi ki kitlelerin neyin bilmesi ve bilmemesi gerektiğinin kararını onlar verememektedir. Ve artık kimse bir ideale itimat etmemektedir.
Şimdi de adamın aklındaki tek düşünce, yenide o yere gitmektir. Adeta zincirlerini kırarcasına gider. Bir sevgiliye kavuşurcasına, heyecanla, sabırsızlıkla… Yine o melek gibi kız, yine o ilahi lezzetteki yiyecekler, yine o sıcaklık… Peki bu yaşadıkları/hissettikleri gerçek midir? Yoksa bu da sahte bir mutluluğun bir paket gibi servis edildiği ve dayatıldığı başka bir döngü müdür? Adam ne düşüneceğini ve ne hissedeceğini bilemez…
Ve döner mutsuz olduğu ama güvenebileceği tek kişinin de orada olduğu evine… Gece yarısı, bir film şeridi gibi takılır aklına anılar… Ne olmuştu da her şey bu kadar sarpasarmıştı? Her şey o kadar tuhaftı ki…
Gerçek olan sahici acılara mı tutunmalıydı, gerçek olmayan sanal mutluluklara mı kaçmalıydı? Şimdi o zor kararı vermenin arefesindeydi. Doğru olan neydi? Kalıp, sana dayatılan mutsuz gerçekliği değiştirmeye çabalamak mı, yoksa sana sunulan sahte mutluluklara teslim olmak mı? Biri çok sancılı ama umutlu bir süreç, diğeri aynı dozun yetmediği ve sürekli daha fazlasının talep edileceği, sonunda mutlaka tatminsizliğin olduğu bir süreç… İlki bir başkası için fedakârca, diğeri kendin için bencilce yaptığın bir şey değil miydi?
O, bütün o acı sonuçlara katlanacağı fedakârlığı seçti. Kendi için değil, öteki için yaşamayı; bencil hazları için değil, bir başkasını mutlu etmenin hazzını yaşamayı…
ya arkadaşım, yoruma vereceğin emeği versen kendi hikayeni yazardın, açıkçası bu kadar uzun bir yorumu okuyacak sabrım yoktu ama millet beğendiğine göre, kendini buralarda harcama, yaz kendi kitabını, bakarsın tutar ünlü olursun.
Hey gidi Alacakaranlık Kuşağı hey! Şimdi merak ettim işte: Acaba Dick Alacakaranlık Kuşağı’nın bölümlerinden herhangi birinin senaryosunu yazmış mıydı diye.
dizi kendisine ayrılan saatte bitmiyor bittikten sonra da devam ediyor ne oldu acaba diye. herkese hitap etmeyeceği kesin ama ben beğendim açıkçası eğer tarif etmek gerekirse aşk bu kızıl ötesi yaralı müzesi tarzında değil daha ağır abi bir dizi
Alacakaranlık Kuşağı ve Murakami kitapları arasında bir seyri var dizinin. Sonuca bağlanmıyor. Bu nedenle rahatsızlık veriyor.
Yine de olasılıklar ve hayaller üzerine bir bölümdü. Çok net bir şekilde, her ne olursa olsun evlat evlattır, her koşulda sevilir ve asla olumsuz yanları bunu değiştirmez, mesajı verdi alenen.
Düzeltilemeyecek şeyler için bir kaçış noktasıydı Meacon Hight. Unutmak, yok saymak için. Ama unutmak istemeyenler ve acı veren gerçekleri farkında olduğu için Ed tekrarları ve yanılsamaları anladı.
Bakın çocuklar ;
1-) Yorumu mobilden yaptım spoiler bastım yine böle atmış yapcak birşey yok.
2-) Dizi hakkında Kendi yorurumu yaptım
3-) Sadece ben yapmadım şu ana kadar yanlışıkla spoiler
4-) Ağlamaya devam edin izin veriyorum :)
Popüler Yorumlar
spoiler butonu g. tune girsin
Soğuk, makineleşmiş, ruhsuz bir döngüsü olan hayatta soğuklaşmış, ruhsuzlaşmış ve makineleşmiş insanların olduğu insanların hikâyesi…
Duvarlar, Kıyafetler, insanlar renksiz… Duyguları köhneleşmiş, çayın tadını bile unutmuş insanlar…
Yolu bulmaya çalışan bir adama ya da bebeğini merdivenden indiremeyen bir kadına yardımcı olacak tek kişi, bu işi görevi olduğu için ve karşılığında çalıştığı kurumdan para aldığı için yapan bir adam… Kimsenin yardım edecek kimsesinin olmadığı o köhne dünya…
Belki de bu dünya da duygularını sahici olarak yansıtan tek insan, o adamın çocuğu… Öfkesini göstermekten korkmayan, sahici olmayan dokunuşlara izin vermeyen, köhne dünyanın dayatmalarına direnen o çocuk…
Sonra bir gün bir kadın gelir. Renkli giyimli, güleç yüzlü, halinde o dünyanın ruhsuzlukları olmayan, elindeki sigarası dayatmalara karşı koyuşunun simgesi olan o kadın…
Kadın o dünyanın insanı değildir besbelli… Gitmek istediği yeri çok iyi bilmektedir ama kafasında kendisine öğretilenlerden başka bir şey olmayan o adamlar, onun gitmek istediği yeri bilememektedir. Hayalleri, ancak onlara dayatılan bilgiler çerçevesindedir. Beli ki kadın, çocuğunun tepkisellikleriyle bir terslik olduğunu içten içe sezinleyen o adamı gözüne kestirmiştir. Belki onu kurtarabilir.
Sonra adam bir cesaret döngüsünün dışına çıkar, diğer çıkanlarla birlikte… Ve o cennete/ütopyaya (Macon Heights) yol alır korkusuzca… O trenden atlaması gerektiğine, o trenden atlayanların korkusuzluğuyla ikna olur ve atlar… İşte karşısındadır bütün ihtişamsızlığıyla…
İlk gözüne çarpanlar; renkli giyinen insanlar, mutlu çocuklar, tanımadığı insanlara bile olanca samimiyetiyle gülümseyen, selam vere, hatta sarılan insanlardır.
Sonra bir cafeye girer. Yine aynı sıcaklıkla karşılanır. Çayının yanında elmalı kek ikram edilir. Elmalı kekin adamda uyandırdığı ilk his, sanki o elmalı kekin ilâhi (divine) bir lezzette oluşudur. Ve sanki onu getiren kız bir melektir.
Adam bir bankta oturur ve çocukları izlemeye koyulur. O ruhsuz hayatta gördüğü kadın da yanıbaşındadır. Adam hasta olduğunu düşünmektedir. Çünkü ona dayatılanlarla şu anda hissettiklerini kıyasladığında başka bir şey olabileceği aklına gelmemektedir. Bu öğretilmiş çaresizliktir.
Ne yazık ki dönüş zamanı gelmiştir. Trene binilir ama bu defa trendekilerin ellerine tutunarak… Eve gelinir ama her zamankinden daha huzurludur. Sıcacık bir karşılama ile girer eve… Sanki her şey değişmiştir. Yoksa onların çelişkilerini yüzlerine vuran evlatlarının olmayışının etkisi midir? Uzun zamandır öpüşmedikleri gibi öpüşürler ve sevişirler…
Ertesi gün yine aynı döngüye koyulur. Yine aynı kadına yardım edilir ama ona sadece arabadaki bebek gülümsemektedir. SOnra bir adam daha yardıma gelir ve o da kadını gülümsetir. Garip bir farklılık sezinlenir ama anlamlandırılamaz. Sıradaki treni uğurlarken, oğlunun da o trene binmek üzere olduğunu fark eder ama yetişemez.
Adamın o an tek hissettiği, gördüğü şeyi herkesin görmesi gerektiğidir. Bir gazeteciye gider, durumu izah eder, ama tabi ki kitlelerin neyin bilmesi ve bilmemesi gerektiğinin kararını onlar verememektedir. Ve artık kimse bir ideale itimat etmemektedir.
Şimdi de adamın aklındaki tek düşünce, yenide o yere gitmektir. Adeta zincirlerini kırarcasına gider. Bir sevgiliye kavuşurcasına, heyecanla, sabırsızlıkla… Yine o melek gibi kız, yine o ilahi lezzetteki yiyecekler, yine o sıcaklık… Peki bu yaşadıkları/hissettikleri gerçek midir? Yoksa bu da sahte bir mutluluğun bir paket gibi servis edildiği ve dayatıldığı başka bir döngü müdür? Adam ne düşüneceğini ve ne hissedeceğini bilemez…
Ve döner mutsuz olduğu ama güvenebileceği tek kişinin de orada olduğu evine… Gece yarısı, bir film şeridi gibi takılır aklına anılar… Ne olmuştu da her şey bu kadar sarpasarmıştı? Her şey o kadar tuhaftı ki…
Gerçek olan sahici acılara mı tutunmalıydı, gerçek olmayan sanal mutluluklara mı kaçmalıydı? Şimdi o zor kararı vermenin arefesindeydi. Doğru olan neydi? Kalıp, sana dayatılan mutsuz gerçekliği değiştirmeye çabalamak mı, yoksa sana sunulan sahte mutluluklara teslim olmak mı? Biri çok sancılı ama umutlu bir süreç, diğeri aynı dozun yetmediği ve sürekli daha fazlasının talep edileceği, sonunda mutlaka tatminsizliğin olduğu bir süreç… İlki bir başkası için fedakârca, diğeri kendin için bencilce yaptığın bir şey değil miydi?
O, bütün o acı sonuçlara katlanacağı fedakârlığı seçti. Kendi için değil, öteki için yaşamayı; bencil hazları için değil, bir başkasını mutlu etmenin hazzını yaşamayı…
Tüm Yorumlar
Ben ne izledim şimdi?!
benim gibi geç izleyenlere, bu bölümü pas geçmelerini öneririm.
Şahsen çok donuk ve sıkıntılı izledim bölümü. Kötüydü… Oyuncu seçimleride yanlış olmuş bence bu bölüm için. Süreyi kısa tutup kurguyuda karman çorman etmişler. 1 bölümlük olunca kurtarmamış kurgu.
Adam bölüm boyunca Renault’un reklamını yaptı…
kafa yakan bi dizi ilk 2 bölüm daha iyi görülmüş 3. bölüm de daha kötü bende de tam tersi izlenim oluştu en iyi bölüm 3.süydü bölümün ağır olması tahminimce herkesi sıkmış olabilir ama dizide amaç düşündürmek ve en çok düşündüren bölüm bence bu bölümdü
groundhog day sendrom.
2 ve 3. bolumlerle birlikte p.k. dick distopyalarının altında fokurdayan varoluşsal meseleler oturmaya başlamış. çok keyifli bir seri olmuş 1 saatlik orta metraj filmler. heyecanla devam eden bölümleri bekliyorum.
Soğuk, makineleşmiş, ruhsuz bir döngüsü olan hayatta soğuklaşmış, ruhsuzlaşmış ve makineleşmiş insanların olduğu insanların hikâyesi…
Duvarlar, Kıyafetler, insanlar renksiz… Duyguları köhneleşmiş, çayın tadını bile unutmuş insanlar…
Yolu bulmaya çalışan bir adama ya da bebeğini merdivenden indiremeyen bir kadına yardımcı olacak tek kişi, bu işi görevi olduğu için ve karşılığında çalıştığı kurumdan para aldığı için yapan bir adam… Kimsenin yardım edecek kimsesinin olmadığı o köhne dünya…
Belki de bu dünya da duygularını sahici olarak yansıtan tek insan, o adamın çocuğu… Öfkesini göstermekten korkmayan, sahici olmayan dokunuşlara izin vermeyen, köhne dünyanın dayatmalarına direnen o çocuk…
Sonra bir gün bir kadın gelir. Renkli giyimli, güleç yüzlü, halinde o dünyanın ruhsuzlukları olmayan, elindeki sigarası dayatmalara karşı koyuşunun simgesi olan o kadın…
Kadın o dünyanın insanı değildir besbelli… Gitmek istediği yeri çok iyi bilmektedir ama kafasında kendisine öğretilenlerden başka bir şey olmayan o adamlar, onun gitmek istediği yeri bilememektedir. Hayalleri, ancak onlara dayatılan bilgiler çerçevesindedir. Beli ki kadın, çocuğunun tepkisellikleriyle bir terslik olduğunu içten içe sezinleyen o adamı gözüne kestirmiştir. Belki onu kurtarabilir.
Sonra adam bir cesaret döngüsünün dışına çıkar, diğer çıkanlarla birlikte… Ve o cennete/ütopyaya (Macon Heights) yol alır korkusuzca… O trenden atlaması gerektiğine, o trenden atlayanların korkusuzluğuyla ikna olur ve atlar… İşte karşısındadır bütün ihtişamsızlığıyla…
İlk gözüne çarpanlar; renkli giyinen insanlar, mutlu çocuklar, tanımadığı insanlara bile olanca samimiyetiyle gülümseyen, selam vere, hatta sarılan insanlardır.
Sonra bir cafeye girer. Yine aynı sıcaklıkla karşılanır. Çayının yanında elmalı kek ikram edilir. Elmalı kekin adamda uyandırdığı ilk his, sanki o elmalı kekin ilâhi (divine) bir lezzette oluşudur. Ve sanki onu getiren kız bir melektir.
Adam bir bankta oturur ve çocukları izlemeye koyulur. O ruhsuz hayatta gördüğü kadın da yanıbaşındadır. Adam hasta olduğunu düşünmektedir. Çünkü ona dayatılanlarla şu anda hissettiklerini kıyasladığında başka bir şey olabileceği aklına gelmemektedir. Bu öğretilmiş çaresizliktir.
Ne yazık ki dönüş zamanı gelmiştir. Trene binilir ama bu defa trendekilerin ellerine tutunarak… Eve gelinir ama her zamankinden daha huzurludur. Sıcacık bir karşılama ile girer eve… Sanki her şey değişmiştir. Yoksa onların çelişkilerini yüzlerine vuran evlatlarının olmayışının etkisi midir? Uzun zamandır öpüşmedikleri gibi öpüşürler ve sevişirler…
Ertesi gün yine aynı döngüye koyulur. Yine aynı kadına yardım edilir ama ona sadece arabadaki bebek gülümsemektedir. SOnra bir adam daha yardıma gelir ve o da kadını gülümsetir. Garip bir farklılık sezinlenir ama anlamlandırılamaz. Sıradaki treni uğurlarken, oğlunun da o trene binmek üzere olduğunu fark eder ama yetişemez.
Adamın o an tek hissettiği, gördüğü şeyi herkesin görmesi gerektiğidir. Bir gazeteciye gider, durumu izah eder, ama tabi ki kitlelerin neyin bilmesi ve bilmemesi gerektiğinin kararını onlar verememektedir. Ve artık kimse bir ideale itimat etmemektedir.
Şimdi de adamın aklındaki tek düşünce, yenide o yere gitmektir. Adeta zincirlerini kırarcasına gider. Bir sevgiliye kavuşurcasına, heyecanla, sabırsızlıkla… Yine o melek gibi kız, yine o ilahi lezzetteki yiyecekler, yine o sıcaklık… Peki bu yaşadıkları/hissettikleri gerçek midir? Yoksa bu da sahte bir mutluluğun bir paket gibi servis edildiği ve dayatıldığı başka bir döngü müdür? Adam ne düşüneceğini ve ne hissedeceğini bilemez…
Ve döner mutsuz olduğu ama güvenebileceği tek kişinin de orada olduğu evine… Gece yarısı, bir film şeridi gibi takılır aklına anılar… Ne olmuştu da her şey bu kadar sarpasarmıştı? Her şey o kadar tuhaftı ki…
Gerçek olan sahici acılara mı tutunmalıydı, gerçek olmayan sanal mutluluklara mı kaçmalıydı? Şimdi o zor kararı vermenin arefesindeydi. Doğru olan neydi? Kalıp, sana dayatılan mutsuz gerçekliği değiştirmeye çabalamak mı, yoksa sana sunulan sahte mutluluklara teslim olmak mı? Biri çok sancılı ama umutlu bir süreç, diğeri aynı dozun yetmediği ve sürekli daha fazlasının talep edileceği, sonunda mutlaka tatminsizliğin olduğu bir süreç… İlki bir başkası için fedakârca, diğeri kendin için bencilce yaptığın bir şey değil miydi?
O, bütün o acı sonuçlara katlanacağı fedakârlığı seçti. Kendi için değil, öteki için yaşamayı; bencil hazları için değil, bir başkasını mutlu etmenin hazzını yaşamayı…
güzel yorumlamışsın beğeni attım ama spoiler versen daha güzel olacak yorumun kalitesinden + verdim :)
ya arkadaşım, yoruma vereceğin emeği versen kendi hikayeni yazardın, açıkçası bu kadar uzun bir yorumu okuyacak sabrım yoktu ama millet beğendiğine göre, kendini buralarda harcama, yaz kendi kitabını, bakarsın tutar ünlü olursun.
Hey gidi Alacakaranlık Kuşağı hey! Şimdi merak ettim işte: Acaba Dick Alacakaranlık Kuşağı’nın bölümlerinden herhangi birinin senaryosunu yazmış mıydı diye.
Güzel. her bölümün tadı ayrı.
İlk iki bölüme kıyasla çok vasattı ilk 20 dk zaten boşuna çekmişler beğenmedim hiçbirşeyde anlamadım
dizi kendisine ayrılan saatte bitmiyor bittikten sonra da devam ediyor ne oldu acaba diye. herkese hitap etmeyeceği kesin ama ben beğendim açıkçası eğer tarif etmek gerekirse aşk bu kızıl ötesi yaralı müzesi tarzında değil daha ağır abi bir dizi
BİR BEN Mİ ANLAMIYORUM olayları bi dizi mantıgı yyok SANAT filmi kıvamında insanları düşündürmek icin mi yapılmış KAFA YANDI :))
her bölüm ayrı dünya..kafalar kafalar..
it was nice
Alacakaranlık Kuşağı ve Murakami kitapları arasında bir seyri var dizinin. Sonuca bağlanmıyor. Bu nedenle rahatsızlık veriyor.
Yine de olasılıklar ve hayaller üzerine bir bölümdü. Çok net bir şekilde, her ne olursa olsun evlat evlattır, her koşulda sevilir ve asla olumsuz yanları bunu değiştirmez, mesajı verdi alenen.
Düzeltilemeyecek şeyler için bir kaçış noktasıydı Meacon Hight. Unutmak, yok saymak için. Ama unutmak istemeyenler ve acı veren gerçekleri farkında olduğu için Ed tekrarları ve yanılsamaları anladı.
Özel gücü olan bir karının yarattığı dünya seçim şansı veriyor ya kal yada s.g diye bana sıkıcı geldi :D bir an önce bitsin dedim
spoiler butonu g. tune girsin
senin gibi barbar birini iki tokatlamak lazım çat çat adres ver buraya :m
Bakın çocuklar ;
1-) Yorumu mobilden yaptım spoiler bastım yine böle atmış yapcak birşey yok.
2-) Dizi hakkında Kendi yorurumu yaptım
3-) Sadece ben yapmadım şu ana kadar yanlışıkla spoiler
4-) Ağlamaya devam edin izin veriyorum :)
beynim buharlaştı
Yorumları çok merak ediyorum.