Görsel anlatımda sınırları belirlemiş önemli yönetmenlerden birini, sıradan ve hatta cahil diyebileceğimiz insanların anlamasını, beğenmesini beklemiyoruz zaten.
Sen orada at gözlüğün ile “din, tanrı vs probagandası yapmış”, “ıyy ne kadar sıkıcı”, “ay ruhum daraldı” dersen anlayışının zaten ne kadar kıt olduğunu kanıtlamış olursun. Tabi sana hiç sorgulamayı öğretmemişler ki, ya biat edersin ya da kalkıp kişnersin. Okuyup, seyredip, dinleyip anlamak gibi işler ile hiç işin olmaz senin.
Sorun, modernist yaklaşımlarla, sözüm ona ikici yaklaşımlarla bakıldığında özüne nüfuz edilemeyen bir film olmasıdır. ilk bakışta dini bir propaganda gibi görünmesi de işbu nedendendir. halbuki aydınlanma projesinden bu yana yoğun biçimde tartışılagelen din ve bilim, idealizm ve materyalizm, akıl ve duygu/inanç gibi ikici yaklaşımları sorunsallaştıran üst düzey bir düşünme örneğidir bu film. özcesi basit çözümlemelere direnir, ilgi bekler, sembollerin okunması gerekir.
hikayedeki baba figürü tanrısını öldürmüş bir rasyonalisttir, ampirik düşünür, deneye inanır, doğaya bakar, onu test eder ve gününü ona göre ayarlar. gölün kıyısındaki ateşin başında oturan evsiz ise kimsesiz bir isagörünümündedir. kilise bomboştur. insanların iletişimi sıfır noktasındadır. nitekim ilk sahnelerden birinde bir binanın alt açıdan çekimi yapılır. binalar köprü kuramayan, insanları ayıran soğuk yapılardır sadece. dekalog 2’deki açılış sahnesiyle karşılaştırın: bir adam yerleri süpürmektedir, alışılmamış bir çekimde, bedeni arkaplandaki binalar gibi büyük görünür. teknolojik uygarlığa karşı saf haliyle sıradan insanın yüceltilişi. dekalog serisi modern insanın anlatımıdır, tüm acı-tatlı yönleriyle; kapitalizm, onun dayattığı yabancılaşma ve hristiyan uygarlığı ise merkezdeki meseleler değildir, sadece onların çevresinde dolaşılır ya da tek tek bireylerin hayatına yansımaları ele alınır.
dekalog 1’deki oğul ise sorgular; tanrı nedir, ölüm ne anlama gelir, anlamaya çalışır.
baba, oğluna bilimsel açıklamalarda bulunarak, duygusuz bir ses tonuyla ölümün tanımını yapar. soğukkanlıdır. bir anlamda buz tutmuş göl babanın donuk çehresi ve soğuk kalbinin yerine-geçenidir. gölün kıyısında isa onun inanmasını bekler sanki. yani baba yeter ki inansın, doğada her şey hazır gibi görünür. bir parça ateş buzu eritmeye yetecektir sanki. ama baba hazır değildir.
şu halde baba (aynı zamanda profesör olduğu unutulmamalıdır) tanrıya değil, doğaya, bilime ve kendi aklına inanır. tanrının yerine kendi aklını koymuştur. bütün bunlar yalnızlığı yok etmeye, sevgisizliği anlaşılır kılmaya, iletişimsizliği çözmeye yetecek midir? sorun budur.
diğer yandan, baba, oğlunu yitirdiğinde kiliseye gider, yapı gene bomboştur. sanki inançlı kimse kalmamış gibidir. sunağa doğru yürür ve suntayı devirir, mumlar erir, baba diz çöker. isyanın tipik görüntüsü. bu aslında kieslowski’ye özgü bir isyan betimi, katlanmanın ve kabullenmenin bir önbiçimidir. üç renk*’deki ailesini yitiren ama paradoksal biçimde özgürleşen, kendisi olan kadın kahramanı (juliette binoche) anımsayın. ölüm bir son değildir, yaşam yeniden başlayacaktır. nitekim kış mevsimi bitecek, bahar gelecektir. bir kalbin ölmesi uzun sürer. yoksa o an ölürdü!
bana kalırsa şu soru mühimdir: tanrıyı öldürdük, tamam, ama yerine ne ikame edeceğiz? nietzsche aynı soruyu sorup belli bir tür nihilizmden söz açmamış mıydı?
baba için de soru(n) budur. bilime inandı, doğayı gözlemledi, matematiğe ve kesinliğe gönül koydu, bilgisayara inandı, kendi aklını dinledi.
şimdi oğlu öldüğüne göre ölümü de yakından tanıyor demektir. kilisedeki betimi onun tanrıya sığındığı manasına gelmez. bu betim, aydınlanmacı aklın, modernist projenin tek tek insanların mutlu olmasını sağlayamamasıdır. dekalog 1 özetle budur. aydınlanmacı felsefe, bilimsel proje, aklın evrenselliği gibi postyapısalcıların sorunsallaştırıp eleştirdikleri, yapısökümüne uğrattıkları ikici yaklaşımların sonu gelmiştir. baba bunu anlamış olmalıdır. artık hayata ve ölüme daha farklı bir gözle bakacağı, daha duygusal davranacağı, hatta belki mesleki kariyerini de gözden geçireceği kesindir.
şöyle de söylenebilir: kilisede baştan çıkarılan babanın edimi geçici bir yerine koyma hamlesidir. anlık bir çaba. nitekim izleyen çekimde onu gene bilgisayar karşısında görürüz. ama bu kez ona dokunup onun direktiflerini dinleyecek midir? bilgisayar gene kendi kendine açılmıştır. “hazırım” diyerek profesörü baştan çıkarmaktadır. bu iki türlü kıskaç değil midir? bir yanda kilise (fiziki değişime uğrayan ikonu hatırlayın) diğer yanda teknoloji (bilim, akıl vb.). sorun hangisini tercih edeceği değil, seçimlerin kendisini huzura kavuşturup kavuşturmayacağıdır. kimsenin hayatı bir kitap okuduktan ya da bir film izledikten sonra değişmez, değişemez. profesörü de öyle düşünmek gerekir. tanrıya inansaydı, hayatı mı değişirdi? bir bilim adamıdır nihayetinde, ama şu haliyle bile her şeye çözüm bulabilmekte midir? ama her koşulda seçimlerdir insanı insan kılan. başka türlüsü mümkün değildir.
ne kantçı rasyonalite, ne descartesçı bilim vizyonu, ne de nietzscheci nihilizm tanımı. merkezden x’e doğru yuvarlanıyorsak kime ya da neye sığınacağız? mesele budur. tanrıya mı, evrensel akla mı, bilime mi? unutma: herkesin tanrısı kendine benzer. akıl dediğin bir toz zerresi de olabilir. bilim ise iktidarın sağ koludur. geriye ne kalmıştır? işte dekalog 1 bu soruların etrafında dönenir bana kalırsa. benim anladığım bu.
Sorun, modernist yaklaşımlarla, sözüm ona ikici yaklaşımlarla bakıldığında özüne nüfuz edilemeyen bir film olmasıdır. ilk bakışta dini bir propaganda gibi görünmesi de işbu nedendendir. halbuki aydınlanma projesinden bu yana yoğun biçimde tartışılagelen din ve bilim, idealizm ve materyalizm, akıl ve duygu/inanç gibi ikici yaklaşımları sorunsallaştıran üst düzey bir düşünme örneğidir bu film. özcesi basit çözümlemelere direnir, ilgi bekler, sembollerin okunması gerekir.
hikayedeki baba figürü tanrısını öldürmüş bir rasyonalisttir, ampirik düşünür, deneye inanır, doğaya bakar, onu test eder ve gününü ona göre ayarlar. gölün kıyısındaki ateşin başında oturan evsiz ise kimsesiz bir isagörünümündedir. kilise bomboştur. insanların iletişimi sıfır noktasındadır. nitekim ilk sahnelerden birinde bir binanın alt açıdan çekimi yapılır. binalar köprü kuramayan, insanları ayıran soğuk yapılardır sadece. dekalog 2’deki açılış sahnesiyle karşılaştırın: bir adam yerleri süpürmektedir, alışılmamış bir çekimde, bedeni arkaplandaki binalar gibi büyük görünür. teknolojik uygarlığa karşı saf haliyle sıradan insanın yüceltilişi. dekalog serisi modern insanın anlatımıdır, tüm acı-tatlı yönleriyle; kapitalizm, onun dayattığı yabancılaşma ve hristiyan uygarlığı ise merkezdeki meseleler değildir, sadece onların çevresinde dolaşılır ya da tek tek bireylerin hayatına yansımaları ele alınır.
dekalog 1’deki oğul ise sorgular; tanrı nedir, ölüm ne anlama gelir, anlamaya çalışır.
baba, oğluna bilimsel açıklamalarda bulunarak, duygusuz bir ses tonuyla ölümün tanımını yapar. soğukkanlıdır. bir anlamda buz tutmuş göl babanın donuk çehresi ve soğuk kalbinin yerine-geçenidir. gölün kıyısında isa onun inanmasını bekler sanki. yani baba yeter ki inansın, doğada her şey hazır gibi görünür. bir parça ateş buzu eritmeye yetecektir sanki. ama baba hazır değildir.
şu halde baba (aynı zamanda profesör olduğu unutulmamalıdır) tanrıya değil, doğaya, bilime ve kendi aklına inanır. tanrının yerine kendi aklını koymuştur. bütün bunlar yalnızlığı yok etmeye, sevgisizliği anlaşılır kılmaya, iletişimsizliği çözmeye yetecek midir? sorun budur.
diğer yandan, baba, oğlunu yitirdiğinde kiliseye gider, yapı gene bomboştur. sanki inançlı kimse kalmamış gibidir. sunağa doğru yürür ve suntayı devirir, mumlar erir, baba diz çöker. isyanın tipik görüntüsü. bu aslında kieslowski’ye özgü bir isyan betimi, katlanmanın ve kabullenmenin bir önbiçimidir. üç renk*’deki ailesini yitiren ama paradoksal biçimde özgürleşen, kendisi olan kadın kahramanı (juliette binoche) anımsayın. ölüm bir son değildir, yaşam yeniden başlayacaktır. nitekim kış mevsimi bitecek, bahar gelecektir. bir kalbin ölmesi uzun sürer. yoksa o an ölürdü!
bana kalırsa şu soru mühimdir: tanrıyı öldürdük, tamam, ama yerine ne ikame edeceğiz? nietzsche aynı soruyu sorup belli bir tür nihilizmden söz açmamış mıydı?
baba için de soru(n) budur. bilime inandı, doğayı gözlemledi, matematiğe ve kesinliğe gönül koydu, bilgisayara inandı, kendi aklını dinledi.
şimdi oğlu öldüğüne göre ölümü de yakından tanıyor demektir. kilisedeki betimi onun tanrıya sığındığı manasına gelmez. bu betim, aydınlanmacı aklın, modernist projenin tek tek insanların mutlu olmasını sağlayamamasıdır. dekalog 1 özetle budur. aydınlanmacı felsefe, bilimsel proje, aklın evrenselliği gibi postyapısalcıların sorunsallaştırıp eleştirdikleri, yapısökümüne uğrattıkları ikici yaklaşımların sonu gelmiştir. baba bunu anlamış olmalıdır. artık hayata ve ölüme daha farklı bir gözle bakacağı, daha duygusal davranacağı, hatta belki mesleki kariyerini de gözden geçireceği kesindir.
şöyle de söylenebilir: kilisede baştan çıkarılan babanın edimi geçici bir yerine koyma hamlesidir. anlık bir çaba. nitekim izleyen çekimde onu gene bilgisayar karşısında görürüz. ama bu kez ona dokunup onun direktiflerini dinleyecek midir? bilgisayar gene kendi kendine açılmıştır. “hazırım” diyerek profesörü baştan çıkarmaktadır. bu iki türlü kıskaç değil midir? bir yanda kilise (fiziki değişime uğrayan ikonu hatırlayın) diğer yanda teknoloji (bilim, akıl vb.). sorun hangisini tercih edeceği değil, seçimlerin kendisini huzura kavuşturup kavuşturmayacağıdır. kimsenin hayatı bir kitap okuduktan ya da bir film izledikten sonra değişmez, değişemez. profesörü de öyle düşünmek gerekir. tanrıya inansaydı, hayatı mı değişirdi? bir bilim adamıdır nihayetinde, ama şu haliyle bile her şeye çözüm bulabilmekte midir? ama her koşulda seçimlerdir insanı insan kılan. başka türlüsü mümkün değildir.
ne kantçı rasyonalite, ne descartesçı bilim vizyonu, ne de nietzscheci nihilizm tanımı. merkezden x’e doğru yuvarlanıyorsak kime ya da neye sığınacağız? mesele budur. tanrıya mı, evrensel akla mı, bilime mi? unutma: herkesin tanrısı kendine benzer. akıl dediğin bir toz zerresi de olabilir. bilim ise iktidarın sağ koludur. geriye ne kalmıştır? işte dekalog 1 bu soruların etrafında dönenir bana kalırsa. benim anladığım bu.
bastan asağı zizek felsefesi…dil ve hakikat arasındaki yarılma…harikaymıs…zizek in kieslowski kitabı yazmasına saşmamak gerekir…hakikate kör olmak isteyenler izlemesin derim…
Sakın gençler bu tuzaklara düşmeyin. Atanızdan dininizden ırkınızdan soğutma çalışmaları bunlar. Bunlar ki Fetöcüdür aslında. Ben size Shameless öneririm, ailecenek oturup izlersiniz, örnek alırsınız. Daha da iyisi muhafız geliyor. ona sardırın siz. Yüz bin yıllık şanlı türk ırkı olmak kolay mı? kaçın böyle yapımlardan yorum bile yapmayın allah çarpabilir. Şaka maka yeni başlıycam. Daha önce bir başlamıştım ama araya gitti niyeyse. bakalım
İzledikten sonra internette her bölümün analizini okumanızı tavsiye ederim çünkü her sahnede yer alan ve o an gözümüzden kaçan detaylar bize çok farklı şeyler anlatıyor. Stanley Kubrick filmlerinde olduğu gibi tek seferde izlendiğinde tam anlamıyla anlaşılamayacak dizi.
Admin arkadaş ele avuca geleni bırak ortada dizi olmadığından sıkıntıdasınız belli…Nacizane önerim geçen hafta 4. sezonunu tamalayan OZ, PRISON BREAK gibi dizilerin bir paçalını oluşturan ve kadınlar hapisanesinde geçen WENTWORTH adlı diziyi 4 sezon 48 bölüm burada paylaşabilir bu yoklukta mükemmel ötesi bir diziyide site sakinleri ile buluşturabilirsiniz…Emin olun popüler dizlerdeki şu anki tüm dizileri silip atacaktır izlenme olarak…
Görsel anlatımda sınırları belirlemiş önemli yönetmenlerden birini, sıradan ve hatta cahil diyebileceğimiz insanların anlamasını, beğenmesini beklemiyoruz zaten.
Sen orada at gözlüğün ile “din, tanrı vs probagandası yapmış”, “ıyy ne kadar sıkıcı”, “ay ruhum daraldı” dersen anlayışının zaten ne kadar kıt olduğunu kanıtlamış olursun. Tabi sana hiç sorgulamayı öğretmemişler ki, ya biat edersin ya da kalkıp kişnersin. Okuyup, seyredip, dinleyip anlamak gibi işler ile hiç işin olmaz senin.
Popüler Yorumlar
Görsel anlatımda sınırları belirlemiş önemli yönetmenlerden birini, sıradan ve hatta cahil diyebileceğimiz insanların anlamasını, beğenmesini beklemiyoruz zaten.
Sen orada at gözlüğün ile “din, tanrı vs probagandası yapmış”, “ıyy ne kadar sıkıcı”, “ay ruhum daraldı” dersen anlayışının zaten ne kadar kıt olduğunu kanıtlamış olursun. Tabi sana hiç sorgulamayı öğretmemişler ki, ya biat edersin ya da kalkıp kişnersin. Okuyup, seyredip, dinleyip anlamak gibi işler ile hiç işin olmaz senin.
hikayedeki baba figürü tanrısını öldürmüş bir rasyonalisttir, ampirik düşünür, deneye inanır, doğaya bakar, onu test eder ve gününü ona göre ayarlar. gölün kıyısındaki ateşin başında oturan evsiz ise kimsesiz bir isagörünümündedir. kilise bomboştur. insanların iletişimi sıfır noktasındadır. nitekim ilk sahnelerden birinde bir binanın alt açıdan çekimi yapılır. binalar köprü kuramayan, insanları ayıran soğuk yapılardır sadece. dekalog 2’deki açılış sahnesiyle karşılaştırın: bir adam yerleri süpürmektedir, alışılmamış bir çekimde, bedeni arkaplandaki binalar gibi büyük görünür. teknolojik uygarlığa karşı saf haliyle sıradan insanın yüceltilişi. dekalog serisi modern insanın anlatımıdır, tüm acı-tatlı yönleriyle; kapitalizm, onun dayattığı yabancılaşma ve hristiyan uygarlığı ise merkezdeki meseleler değildir, sadece onların çevresinde dolaşılır ya da tek tek bireylerin hayatına yansımaları ele alınır.
dekalog 1’deki oğul ise sorgular; tanrı nedir, ölüm ne anlama gelir, anlamaya çalışır.
baba, oğluna bilimsel açıklamalarda bulunarak, duygusuz bir ses tonuyla ölümün tanımını yapar. soğukkanlıdır. bir anlamda buz tutmuş göl babanın donuk çehresi ve soğuk kalbinin yerine-geçenidir. gölün kıyısında isa onun inanmasını bekler sanki. yani baba yeter ki inansın, doğada her şey hazır gibi görünür. bir parça ateş buzu eritmeye yetecektir sanki. ama baba hazır değildir.
şu halde baba (aynı zamanda profesör olduğu unutulmamalıdır) tanrıya değil, doğaya, bilime ve kendi aklına inanır. tanrının yerine kendi aklını koymuştur. bütün bunlar yalnızlığı yok etmeye, sevgisizliği anlaşılır kılmaya, iletişimsizliği çözmeye yetecek midir? sorun budur.
diğer yandan, baba, oğlunu yitirdiğinde kiliseye gider, yapı gene bomboştur. sanki inançlı kimse kalmamış gibidir. sunağa doğru yürür ve suntayı devirir, mumlar erir, baba diz çöker. isyanın tipik görüntüsü. bu aslında kieslowski’ye özgü bir isyan betimi, katlanmanın ve kabullenmenin bir önbiçimidir. üç renk*’deki ailesini yitiren ama paradoksal biçimde özgürleşen, kendisi olan kadın kahramanı (juliette binoche) anımsayın. ölüm bir son değildir, yaşam yeniden başlayacaktır. nitekim kış mevsimi bitecek, bahar gelecektir. bir kalbin ölmesi uzun sürer. yoksa o an ölürdü!
bana kalırsa şu soru mühimdir: tanrıyı öldürdük, tamam, ama yerine ne ikame edeceğiz? nietzsche aynı soruyu sorup belli bir tür nihilizmden söz açmamış mıydı?
baba için de soru(n) budur. bilime inandı, doğayı gözlemledi, matematiğe ve kesinliğe gönül koydu, bilgisayara inandı, kendi aklını dinledi.
şimdi oğlu öldüğüne göre ölümü de yakından tanıyor demektir. kilisedeki betimi onun tanrıya sığındığı manasına gelmez. bu betim, aydınlanmacı aklın, modernist projenin tek tek insanların mutlu olmasını sağlayamamasıdır. dekalog 1 özetle budur. aydınlanmacı felsefe, bilimsel proje, aklın evrenselliği gibi postyapısalcıların sorunsallaştırıp eleştirdikleri, yapısökümüne uğrattıkları ikici yaklaşımların sonu gelmiştir. baba bunu anlamış olmalıdır. artık hayata ve ölüme daha farklı bir gözle bakacağı, daha duygusal davranacağı, hatta belki mesleki kariyerini de gözden geçireceği kesindir.
şöyle de söylenebilir: kilisede baştan çıkarılan babanın edimi geçici bir yerine koyma hamlesidir. anlık bir çaba. nitekim izleyen çekimde onu gene bilgisayar karşısında görürüz. ama bu kez ona dokunup onun direktiflerini dinleyecek midir? bilgisayar gene kendi kendine açılmıştır. “hazırım” diyerek profesörü baştan çıkarmaktadır. bu iki türlü kıskaç değil midir? bir yanda kilise (fiziki değişime uğrayan ikonu hatırlayın) diğer yanda teknoloji (bilim, akıl vb.). sorun hangisini tercih edeceği değil, seçimlerin kendisini huzura kavuşturup kavuşturmayacağıdır. kimsenin hayatı bir kitap okuduktan ya da bir film izledikten sonra değişmez, değişemez. profesörü de öyle düşünmek gerekir. tanrıya inansaydı, hayatı mı değişirdi? bir bilim adamıdır nihayetinde, ama şu haliyle bile her şeye çözüm bulabilmekte midir? ama her koşulda seçimlerdir insanı insan kılan. başka türlüsü mümkün değildir.
ne kantçı rasyonalite, ne descartesçı bilim vizyonu, ne de nietzscheci nihilizm tanımı. merkezden x’e doğru yuvarlanıyorsak kime ya da neye sığınacağız? mesele budur. tanrıya mı, evrensel akla mı, bilime mi? unutma: herkesin tanrısı kendine benzer. akıl dediğin bir toz zerresi de olabilir. bilim ise iktidarın sağ koludur. geriye ne kalmıştır? işte dekalog 1 bu soruların etrafında dönenir bana kalırsa. benim anladığım bu.
Tüm Yorumlar
Nefesim kesildi , müthişti … teşekkürler .
hikayedeki baba figürü tanrısını öldürmüş bir rasyonalisttir, ampirik düşünür, deneye inanır, doğaya bakar, onu test eder ve gününü ona göre ayarlar. gölün kıyısındaki ateşin başında oturan evsiz ise kimsesiz bir isagörünümündedir. kilise bomboştur. insanların iletişimi sıfır noktasındadır. nitekim ilk sahnelerden birinde bir binanın alt açıdan çekimi yapılır. binalar köprü kuramayan, insanları ayıran soğuk yapılardır sadece. dekalog 2’deki açılış sahnesiyle karşılaştırın: bir adam yerleri süpürmektedir, alışılmamış bir çekimde, bedeni arkaplandaki binalar gibi büyük görünür. teknolojik uygarlığa karşı saf haliyle sıradan insanın yüceltilişi. dekalog serisi modern insanın anlatımıdır, tüm acı-tatlı yönleriyle; kapitalizm, onun dayattığı yabancılaşma ve hristiyan uygarlığı ise merkezdeki meseleler değildir, sadece onların çevresinde dolaşılır ya da tek tek bireylerin hayatına yansımaları ele alınır.
dekalog 1’deki oğul ise sorgular; tanrı nedir, ölüm ne anlama gelir, anlamaya çalışır.
baba, oğluna bilimsel açıklamalarda bulunarak, duygusuz bir ses tonuyla ölümün tanımını yapar. soğukkanlıdır. bir anlamda buz tutmuş göl babanın donuk çehresi ve soğuk kalbinin yerine-geçenidir. gölün kıyısında isa onun inanmasını bekler sanki. yani baba yeter ki inansın, doğada her şey hazır gibi görünür. bir parça ateş buzu eritmeye yetecektir sanki. ama baba hazır değildir.
şu halde baba (aynı zamanda profesör olduğu unutulmamalıdır) tanrıya değil, doğaya, bilime ve kendi aklına inanır. tanrının yerine kendi aklını koymuştur. bütün bunlar yalnızlığı yok etmeye, sevgisizliği anlaşılır kılmaya, iletişimsizliği çözmeye yetecek midir? sorun budur.
diğer yandan, baba, oğlunu yitirdiğinde kiliseye gider, yapı gene bomboştur. sanki inançlı kimse kalmamış gibidir. sunağa doğru yürür ve suntayı devirir, mumlar erir, baba diz çöker. isyanın tipik görüntüsü. bu aslında kieslowski’ye özgü bir isyan betimi, katlanmanın ve kabullenmenin bir önbiçimidir. üç renk*’deki ailesini yitiren ama paradoksal biçimde özgürleşen, kendisi olan kadın kahramanı (juliette binoche) anımsayın. ölüm bir son değildir, yaşam yeniden başlayacaktır. nitekim kış mevsimi bitecek, bahar gelecektir. bir kalbin ölmesi uzun sürer. yoksa o an ölürdü!
bana kalırsa şu soru mühimdir: tanrıyı öldürdük, tamam, ama yerine ne ikame edeceğiz? nietzsche aynı soruyu sorup belli bir tür nihilizmden söz açmamış mıydı?
baba için de soru(n) budur. bilime inandı, doğayı gözlemledi, matematiğe ve kesinliğe gönül koydu, bilgisayara inandı, kendi aklını dinledi.
şimdi oğlu öldüğüne göre ölümü de yakından tanıyor demektir. kilisedeki betimi onun tanrıya sığındığı manasına gelmez. bu betim, aydınlanmacı aklın, modernist projenin tek tek insanların mutlu olmasını sağlayamamasıdır. dekalog 1 özetle budur. aydınlanmacı felsefe, bilimsel proje, aklın evrenselliği gibi postyapısalcıların sorunsallaştırıp eleştirdikleri, yapısökümüne uğrattıkları ikici yaklaşımların sonu gelmiştir. baba bunu anlamış olmalıdır. artık hayata ve ölüme daha farklı bir gözle bakacağı, daha duygusal davranacağı, hatta belki mesleki kariyerini de gözden geçireceği kesindir.
şöyle de söylenebilir: kilisede baştan çıkarılan babanın edimi geçici bir yerine koyma hamlesidir. anlık bir çaba. nitekim izleyen çekimde onu gene bilgisayar karşısında görürüz. ama bu kez ona dokunup onun direktiflerini dinleyecek midir? bilgisayar gene kendi kendine açılmıştır. “hazırım” diyerek profesörü baştan çıkarmaktadır. bu iki türlü kıskaç değil midir? bir yanda kilise (fiziki değişime uğrayan ikonu hatırlayın) diğer yanda teknoloji (bilim, akıl vb.). sorun hangisini tercih edeceği değil, seçimlerin kendisini huzura kavuşturup kavuşturmayacağıdır. kimsenin hayatı bir kitap okuduktan ya da bir film izledikten sonra değişmez, değişemez. profesörü de öyle düşünmek gerekir. tanrıya inansaydı, hayatı mı değişirdi? bir bilim adamıdır nihayetinde, ama şu haliyle bile her şeye çözüm bulabilmekte midir? ama her koşulda seçimlerdir insanı insan kılan. başka türlüsü mümkün değildir.
ne kantçı rasyonalite, ne descartesçı bilim vizyonu, ne de nietzscheci nihilizm tanımı. merkezden x’e doğru yuvarlanıyorsak kime ya da neye sığınacağız? mesele budur. tanrıya mı, evrensel akla mı, bilime mi? unutma: herkesin tanrısı kendine benzer. akıl dediğin bir toz zerresi de olabilir. bilim ise iktidarın sağ koludur. geriye ne kalmıştır? işte dekalog 1 bu soruların etrafında dönenir bana kalırsa. benim anladığım bu.
bastan asağı zizek felsefesi…dil ve hakikat arasındaki yarılma…harikaymıs…zizek in kieslowski kitabı yazmasına saşmamak gerekir…hakikate kör olmak isteyenler izlemesin derim…
Sakın gençler bu tuzaklara düşmeyin. Atanızdan dininizden ırkınızdan soğutma çalışmaları bunlar. Bunlar ki Fetöcüdür aslında. Ben size Shameless öneririm, ailecenek oturup izlersiniz, örnek alırsınız. Daha da iyisi muhafız geliyor. ona sardırın siz. Yüz bin yıllık şanlı türk ırkı olmak kolay mı? kaçın böyle yapımlardan yorum bile yapmayın allah çarpabilir. Şaka maka yeni başlıycam. Daha önce bir başlamıştım ama araya gitti niyeyse. bakalım
İzledikten sonra internette her bölümün analizini okumanızı tavsiye ederim çünkü her sahnede yer alan ve o an gözümüzden kaçan detaylar bize çok farklı şeyler anlatıyor. Stanley Kubrick filmlerinde olduğu gibi tek seferde izlendiğinde tam anlamıyla anlaşılamayacak dizi.
Salt bi izleyici olarak ben de bıraktığı etki bu, sinema elestirmeni değilim
35.04 de adamın arkasında başka biri var? bu çekim hatası mı yoksa filme dahil bir konu mu? bilen biri açıklayabilirse sevinirim.
Bu zamana kadar izlemediğime ve ismini duymadığıma pişman olduğum çok başarılı, çok çok başarılı yapım.
ağladım
Güzel başlangıç bu dizinin vube sunucusuna yuklenmisini bulabilir miyim.
keşke yayınlamasaydın admin çok kötü oldum etkisinden 1 hafta çıkamam benimde iki çocuğum var
Çok etkilendim..müzik ve Pavel’in gözleri…
Muhteşem bir dizi.
Basit şeyler izleyen ve aksiyon bekleyenler izlemesin ki bizde saçma sapan yorumlar görüp sinir olmayalım.
Kieslowski’yi sizin kafanız zaten kaldırmaz.
Harika bir bolumdu tesekkurler
Admin arkadaş ele avuca geleni bırak ortada dizi olmadığından sıkıntıdasınız belli…Nacizane önerim geçen hafta 4. sezonunu tamalayan OZ, PRISON BREAK gibi dizilerin bir paçalını oluşturan ve kadınlar hapisanesinde geçen WENTWORTH adlı diziyi 4 sezon 48 bölüm burada paylaşabilir bu yoklukta mükemmel ötesi bir diziyide site sakinleri ile buluşturabilirsiniz…Emin olun popüler dizlerdeki şu anki tüm dizileri silip atacaktır izlenme olarak…
Böyle bir yorumu ne sen yazmış ol, ne de ben okumuş olayım!
Wentworth mükemmel dizi,haklısın.
bu tip dizileri düşük seviyeli insanlar anlamaz. o yüzden uza
Görsel anlatımda sınırları belirlemiş önemli yönetmenlerden birini, sıradan ve hatta cahil diyebileceğimiz insanların anlamasını, beğenmesini beklemiyoruz zaten.
Sen orada at gözlüğün ile “din, tanrı vs probagandası yapmış”, “ıyy ne kadar sıkıcı”, “ay ruhum daraldı” dersen anlayışının zaten ne kadar kıt olduğunu kanıtlamış olursun. Tabi sana hiç sorgulamayı öğretmemişler ki, ya biat edersin ya da kalkıp kişnersin. Okuyup, seyredip, dinleyip anlamak gibi işler ile hiç işin olmaz senin.
Ay…. ruhum daraldı…..